Venedik, sadece bir şehir değil—bir rüya gibi süzülüp geçtiğiniz bir deneyimdir. Bu yazıda, Ağustos ayının altın rengi ışıkları altında, kanalların fısıldadığı bu eşsiz kentte bir günlük yürüyüş rotamızı sizinle paylaşacağız. Turist kalabalığının ötesine geçip dar sokaklarda kaybolmaya, köprülerin gölgesinde nefes almaya ve her köşede sizi bekleyen küçük sürprizleri keşfetmeye hazır mısınız?
Bu rota, sadece haritalarda değil, hislerinizde de iz bırakacak. Çünkü Venedik’i gerçekten anlamak için onu yürümek gerekir—adım adım, nefes nefese, merakla. Peki, bir güne San Marco’dan San Polo’ya tüm bu büyüyü sığdırmak mümkün mü?
Bu rehberde, turist kalabalığından kaçınarak Venedik’in hem ikonik yapılarını hem de yerel yaşamını görebileceksiniz.
Bu gezide neler var?
✅ Pratik Ulaşım: Venedik Marco Polo Havalimanı’ndan (VCE) şehir merkezine hızlı geçiş yolları.
✅ İkonik Merkez: Grand Canal’da vaporetto yolculuğu, Rialto Köprüsü ve San Marco Meydanı’nın gündüz/gece manzarası.
✅ Tarihin Sırları: Ahlar Köprüsü’nün trajik hikâyesi ve Yumruklar Köprüsü’nün unutulmuş geleneği.
✅ Gizli Mücevherler: Sessiz sarmal kule (Palazzo Contarini del Bovolo) ve yerel halkın buluşma noktası olan Campo San Polo.
✅ Lezzet Durakları: Yerel makarna ve focaccia tarzı pizza molaları.
Öncelikle, gezinin geçeceği yerleri uzaktan görmek için aşağıda Venedik adasının uçaktan çekilmiş kısa bir videosunu izleyebilirsiniz.
Şimdi, bu rüya şehrin kalbine ulaşmak için ilk adımı atalım.
1. Venedik Havalimanı’ndan Şehir Merkezine Ulaşım ve İlk Adımlar
Venedik Marco Polo Havalimanı’na (VCE) vardığınızda önce pasaport işlemlerini tamamlıyorsunuz. Ardından şehir merkezine ulaşmak için iki temel seçenek var: otobüs veya taksi.
Otobüs: ATVO veya ACTV firmalarının havaalanı servisleriyle Piazzale Roma’ya ulaşabilirsiniz. Bilet ücreti kişi başı 10 euro; çocuk indirimi bulunmuyor.
Taksi: Karayolu taksileri sabit 40 euro. Tercih, bütçeniz ve zamanınıza bağlı. Her iki seçenek de havalimanından yaklaşık 35–40 dakika içinde sizi Piazzale Roma’ya götürüyor.
Burası, Venedik adasına giren son karayolu noktası; buradan itibaren ulaşım yalnızca yürüyerek veya su yoluyla mümkün. Piazzale Roma’dan sonra Ponte della Costituzione üzerinden karşıya geçerek Santa Lucia tren istasyonu tarafına yürüyorsunuz. Mesafe yaklaşık 10 dakika.
İstasyon çevresinde bavul bırakmak için birçok seçenek mevcut. Biz Stow Your Bag adlı büroyu tercih ettik. Burada personelle doğrudan iletişim kurmadan, giriş ve çıkış saatlerinizi kendiniz belirleyip dijital olarak bir saklama kabini kiralayabiliyorsunuz. Sistem son derece pratik ve hızlı—bavullarınızı bırakıp hemen geziye başlamak isteyenler için ideal.
Bavulları bıraktıktan sonra, aynı sokakta yer alan Despar Markete uğruyoruz. Buradan su, meyve ya da hazır bir sandviç gibi hafif şeyler almak, özellikle Ağustos sıcağında geziye iyi bir başlangıç sağlıyor.

Marketten çıktıktan sonra birkaç adım yürüyerek Ponte degli Scalzi köprüsünün hemen önünde yer alan küçük meydana ulaşıyorsunuz. Burası, hem bir nefeslenmek hem de Venedik’in ilk gerçek manzarasını özgürce izlemek için harika bir durak. Banka oturup aldığınız atıştırmalıkları yerken, köprünün zarif taş kemerlerini, Büyük Kanal’da ilerleyen vaporettoları ve karşı kıyıdaki binaların pastel tonlarını rahatça seyredebiliyorsunuz.
Ponte degli Scalzi, Venedik’in Grand Canal’ı geçen dört önemli köprüsünden biri. Tıpkı şehrin kendisi gibi, işlevselliğinden çok sessizliği ve zarafetiyle etkiliyor. Bu ilk durak, turist kalabalığının yoğunlaşmadığı ama şehrin ruhunu hemen hissettiren bir giriş noktası oluyor.
2. Grand Canal Üzerinden Rialto’ya: Vaporetto ile Kısa Ama Unutulmaz Bir Yolculuk
Kısa bir atıştırma molasının ardından, Venedik’in tarihi kalbine geçmek için vaporettoya (şehir içi su otobüsü) biniyoruz. 2B numaralı hat, Grand Canal boyunca doğrudan Rialto Köprüsü’ne kadar gidiyor ve bize hem pratik hem de görsel olarak muhteşem bir yolculuk sunuyor.
Bilet bilgisi:
Kişi başı 8,5 euro (çocuk indirimi yok).
Bileti iskeledeki makinelerden veya yetkili satış noktalarından alabilirsiniz.
İlk kullanımda mutlaka damgalayın; aksi takdirde para cezası alabilirsiniz.
Vaporetto, Grand Canal’ın üzerinde yavaşça ilerlerken sağınızda ve solunuzda tarihi saraylar, renkli binalar ve küçük kanal girişleri geçiyor. Ağustos güneşinde parlayan su ve binalar, bu kısa yolculuğu neredeyse bir film sahnesine dönüştürüyor. Yolculuğun atmosferini aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.
Yaklaşık 10–12 dakika süren yolculuktan sonra Rialto iskelesi’ne yaklaşıyoruz. Tarihi Rialto Köprüsü yavaş yavaş görüş alanımıza giriyor. Köprünün altından geçerken hissettiğiniz sessiz büyü, Venedik’in en güzel anlarından biri oluyor. Bu anı videoya kaydettik; aşağıdan izleyebilirsiniz.
Rialto Köprüsü, Grand Canal’ı aşan en eski köprüdür ve 1591’de tamamlanmıştır. Taş kemer yapısı, iki yanda sıralı dükkanları ve ortasındaki dar geçidiyle Venedik’in en ikonik yapılarından biridir. Köprünün üstünden geçerken hem kanalın manzarasını hem de altındaki vaporettoları izlemek, fotoğrafçılar için kaçınılmaz bir durak.

Köprünün güney ucundan indikten sonra, sol tarafınızda sokak satıcılarının oluşturduğu renkli tezgahlar dikkatinizi çekecek. El yapımı maskeler, cam süsler, minik tablolar ve Venedik temalı hediyelikler… Fiyatlar pazarlıkla şekilleniyor. Alışveriş yapmasanız bile bu tezgahlar bölgenin yerel ritmini hissetmenizi sağlıyor.
Birkaç adım ilerlediğinizde küçük bir meydan karşınıza çıkıyor. Ortasında zarif bir taş çeşme duruyor. Çevresinde banklar olmasa da, turist akışı biraz azaldığı için nefeslenmek ve haritaya göz atmak için ideal bir nokta.
Yön tavsiyesi: Rialto Köprüsü’nün güney ucundan indikten sonra San Marco yönüne gitmek için köprünün kuzey tarafına geçmeniz gerekiyor. Kısa bir geri dönüşle tekrar köprünün üzerine çıkıp karşı tarafa inmek, sizi kalabalık ana cadde Strada Nova’ya yönlendirmenin en pratik yolu.
3. Rialto’dan San Marco’ya: Ana yoldan sapmak
Rialto Köprüsü’nün kuzey tarafına geçtikten sonra, San Marco Meydanı’na doğru yürümeye başlıyoruz. Bu rota, şehrin en turistik bölgelerinden biri: iki yanda lüks marka mağazalar, ünlü restoranlar ve sürekli hareketli kalabalıklar var. Ağustos ayında özellikle öğlen saatlerinde yoğunluk oldukça belirgin.
Yol boyunca dikkat çeken bir başka unsur ise goldolcular — küçük ahşap figürler satan sokak sanatçıları. Köşe başlarında veya dar geçitlerin girişinde, ellerinde oyma kuşlar, balıklar ya da maskelerle duruyorlar. Alışveriş yapmasanız bile, geçerken bir göz atmak keyifli oluyor.
Kalabalıktan kaçış: Ana caddelerden biraz sapmak, kalabalıktan uzaklaşmanın en kolay yolu. Biz de birkaç kez, sanki şehir bizi çağırıyormuş gibi, gözümüz kapalı dar sokaklara döndük. Bu sapmalar, aslında Venedik’i gerçekten yaşamaya başladığınız anlar.
Ana yoldan sadece iki-üç adım uzaklaştığınızda, kalabalık birdenbire yok oluyor.
Altınızda eski taşlar, başınızda çamaşır ipiyle sallanan renkli kıyafetler, duvarlarda yeşillenmiş su izleri… Hiçbir harita size bu geçitleri göstermez, ama her biri size özel gibi hissettiriyor.
Bazen bir köşeyi döndüğünüzde karşınıza minik bir kilise, bazen sessiz bir bank, bazen de sadece boş bir duvar aralığı çıkıyor. Bu anlar, Venedik’in size fısıldadığı sırlar gibi. Hiçbir plana bağlı kalmadan, sadece merakınızın peşinden giderek keşfettiğiniz bu ara sokaklar, gezinin en unutulmaz parçaları oluyor.

Bir ara, bir geçidin sonunda beklenmedik bir manzarayla karşılaştık: ufak bir kanal, o kadar dar ki içinden geçen gondol bile zorlanarak ilerliyordu. Kürek, duvarlara hafifçe sürtüyordu; gondolcu, dengeyi korumak için yavaş ve dikkatli hareket ediyordu. O an, Venedik’in en romantik simgesinin aslında her gün bir lojistik mucize olduğunu düşündürdü bize.
Yaklaşık 35-40 dakika süren bu yürüyüş — hem ana cadde boyunca ilerleyerek, hem de ara ara sokaklarda kaybolup geri dönerek — sonunda bizi San Marco Meydanı’nın girişine ulaştırıyor.
4. San Marco Meydanı: Müzik Eşliğinde Venedik’in Tarihi Kalbi
San Marco Meydanı, 9. yüzyılda Aziz Markos’un kalıntılarının Venedik’e getirilmesiyle kutsal bir mekân hâline gelmiş. Orta Çağ’dan itibaren Venedik Cumhuriyeti’nin siyasi ve dini merkezi olmuş; bugün hâlâ Bazilika, Doçe Sarayı ve Kule ile birlikte şehrin en önemli sembolik mekânını oluşturuyor.
İlginç bir detay: 1177’de Papa III. Alexander ile Kutsal Roma İmparatoru I. Frederick Barbarossa burada barış imzalayarak Avrupa tarihine yön vermişti. Bu küçük ama güçlü olay, meydanın yalnızca turistik değil, tarihî açıdan da ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Meydanı ilk gördüğünüzde dikkati çekenlerden biri, San Marco Kulesi (Campanile di San Marco). Meydanın ucunda dimdik yükseliyor; hem Bazilika hem de Kule, sıcak kızıl tonlarıyla göz alıyor. Özellikle güneş vurduğunda tuğla yüzeyler canlı bir kırmızıya bürünüyor; bu renk, Venedik’in mimarisine hem sıcaklık hem de derinlik katıyor.
Meydanın bir kenarında tarihi Florian Café dikkat çekiyor. Birkaç adım ötede ise piyano ve keman eşliğinde bir sokak orkestrası ezgilerini yayıyor. Biz de birkaç dakikayı bu müzik eşliğinde geçiriyoruz; tellerin sesi taş zeminde yankılanırken, Venedik’in ruhunu sanki biraz daha yakından hissediyorsunuz.
Bu meydan, yüzyıllardır binlerce olaya tanıklık etmiş. Orkestrayı dinlerken kendinizi bir zaman makinesindeymiş gibi hissediyorsunuz; etrafınızdaki kalabalık değil, o eski Venedik Cumhuriyeti’nin tüccarları ve elçileri geçiyormuş gibi.
Bazilika’ya girmiyoruz. İçeri girmek hem uzun kuyruklar hem de plan dışı bir durak olurdu. Bizim amacımız, şehri yürüyerek keşfetmek, mimari detayları yakından görmek ve sabit rotadan çok fazla sapmadan ilerlemek.
Meydanı turladıktan sonra, gözümüzü Doçe Sarayı (Palazzo Ducale)’ya çeviriyoruz. Saray, hem mimari ihtişamı hem de tarihî önemiyle Venedik’in kalbine doğru adım adım ilerlerken görülmesi gereken bir durak. Yürürken, sarayın taş işçiliği, sütunları ve Gotik pencereleri dikkat çekiyor; her detay, Venedik’in zengin tarihine dair sessiz bir anlatı sunuyor.

5. Doçe Sarayı
San Marco Meydanı’nı geçer geçmez, Doçe Sarayı’nın (Palazzo Ducale) ihtişamı gözlerimizin önüne seriliyor. Venedik Cumhuriyeti’nin bir zamanlar en güçlü kurumu olan bu saray, bugün hâlâ beyaz mermeri, oyma pencereleri ve Gotik detaylarıyla etkileyici bir varlık gösteriyor.
Kısa Tarihi Not: Doçe Sarayı, 14. yüzyılda inşa edilmiş ve Venedik’in seçilmiş döçeleri ile yüksek meclislerin bulunduğu siyasi merkez olmuştu. Aynı zamanda mahkeme ve hapishane olarak da hizmet vermişti. Bugün müze olan saray, Venedik’in altın çağındaki ihtişamını taş duvarlarında saklıyor.
Sarayın önündeki merdivenlere oturup kısa bir dinlenme molası veriyoruz. Ayaklarımızın altında turistler geçerken, başımızı kaldırıp dış cephesindeki muhteşem detayları inceliyoruz: ince işçilikli sütunlar, zarif oymalar, Gotik pencereler… Her köşe, adeta bir sanat eseri gibi.
Arka planda, yakındaki kafelerden gelen piyano ve keman sesleri hâlâ sürüyor. Bu müzik, taş duvarlar arasında yankılanırken, Ağustos öğleninin sıcak yorgunluğunu hafifletiyor ve sarayın görkemiyle birleşerek unutulmaz bir atmosfer yaratıyor.
İçeri girmeyi düşünmüyoruz. Yaz sıcağı ve sınırlı zaman nedeniyle bu ziyareti bir sonraki sefere bırakıyoruz. Bugün amacımız, Venedik’i yürüyerek hissetmek ve sokaklarında kaybolmak.

Birkaç dakika boyunca bu görkemli yapı karşısında vakit geçirdikten sonra ayağa kalkıyoruz. Fakat Doçe Sarayı’ndan ayrılırken, hemen köşede bizi daha hüzünlü ve romantik bir hikaye bekliyor: Ahlar Köprüsü.
6. Ahlar Köprüsü: Mahkûmların Son Bakışı
Doçe Sarayı’nın yanından ayrıldıktan sonra köşeyi dönüp Ponte dei Sospiri — yani Ahlar Köprüsü’ne — doğru ilerliyoruz. Dar bir kanalın üzerinde yükselen köprü, beyaz mermeri, küçük pencereleri ve zarif kemerleriyle masalsı bir görüntü sunuyor. Ancak arkasındaki hikâye, masallardan çok daha karanlık.
Tarihten İlginç Bir Hikâye: 1600’lerde inşa edilen bu köprü, Doçe Sarayı’nda yargılanan mahkûmları bitişikteki yeni hapishaneye (Prigioni Nuove) taşımak için kullanılırmış. Mahkûmlar, gardiyanlar eşliğinde köprünün içinden geçirilirken, taş örgülü küçük pencerelerden Venedik’in ışıklarına son kez bakarlarmış. Bu bakışın ardından çoğu bir daha dışarı çıkamazmış. İşte köprüye “Ahlar Köprüsü” denmesinin nedeni de bu: mahkûmların iç çekişleri, sessiz fısıltıları…
Bugün turistler köprünün önünde durup fotoğraf çekerken, bu sessiz ağırlığı pek fark etmez. Biz bir süre köprüde duruyoruz, suya yansıyan köprü siluetini ve pencerelerin gölgesini izliyoruz. Kanalın sakinliği, geçmişin ağırlığını hissetmemize yardımcı oluyor.
Fotoğraf Notu: Köprünün tamamını kadraja almak ve meşhur fotoğrafını çekmek için en iyi nokta, hemen yanındaki Ponte della Paglia köprüsüdür.

7. Akademia Tarafı: Sakin Sokaklar ve Gizli Bir Kule
Ahlar Köprüsü’nden sonra rotamızı bir kez daha San Marco Meydanı’na çeviriyoruz. Bu kez meydanı baştan başa geçip Accademia yönüne doğru daha sakin sokaklara sapıyoruz. Buradaki atmosfer, az önceki kalabalıktan tamamen farklı: turist sayısı azalmış, yerel yaşam öne çıkmış, adımlarınızın yankısı bile daha net duyuluyor.
Venedik’in klasik ritmi burada kendini gösteriyor: dar sokaklar → küçük meydanlar → dar sokaklar… Her köşeyi döndüğünüzde karşınıza bir campo (küçük meydan) çıkıyor. Kimisinde bank, kimisinde çeşme, kimisinde birkaç çocuk top oynuyor. Biz bu ritmi takip ediyoruz — kaybolmaya değil, keşfetmeye odaklanarak.
Bir ara dar bir sokakta beklenmedik bir yapıyla karşılaşıyoruz: Palazzo Contarini del Bovolo.
Kısa Bir Hikâye: “Bovolo”, Venedik lehçesinde “sarmal” anlamına gelir. Bu sarayın en dikkat çeken yanı, dış cephesine inşa edilmiş sarmal merdivenli kulesidir. 15. yüzyılda Contarini ailesi tarafından yaptırılan bu kule, Rönesans etkileriyle Venedik gotiğini harmanlayan nadir örneklerden biri. Bugün hem bir mimari başyapıt hem de şehrin en sessiz bakış noktalarından biri.

Bovolo’dan sonra yolumuza devam ediyoruz ve kısa bir yürüyüşle Campo Santo Stefano’ya ulaşıyoruz. Bu meydan, turistlerden çok yerel halkın buluşma noktası gibi görünüyor. Ortasındaki heykel ve banklar arasında biraz soluklanıyoruz.
Dinlenmenin ardından tekrar sokaklara dalıyoruz. Yönümüz net: Accademia Köprüsü. Dar geçitler, köşeler ve ara meydanlarla dolu bu yürüyüş, nihayet Grand Canal’ın güney kıyısında bizi ünlü köprünün önüne getiriyor.
Accademia Köprüsü, Grand Canal’ı aşan sadece dört köprüden biri ve ahşap yapısıyla dikkat çekiyor. Aslında 1930’larda geçici çözüm olarak inşa edilmiş, ama öylesine sevilmiş ki bugüne kadar kalmış. Bugün Venedik’in en popüler fotoğraf noktalarından biri: hem kanal manzarası hem de karşı kıyıdaki Gallerie dell’Accademia’yı en güzel açıdan gösteriyor.
Köprünün üzerinde bir süre durup, suyun üzerindeki yansımaları ve geçiş yapan vaporettoları izliyoruz.
8. Ponte dei Pugni: Yumrukların Köprüsü ve Frari’ye Doğru
Accademia Köprüsü’nden sonra, rotamızı kanalın kuzey kıyısına, yani köprünün yukarısına çeviriyoruz. Buradan itibaren Frari Kilisesi (Santa Maria Gloriosa dei Frari) yönünde yürümeye başlıyoruz. Yol boyunca yine dar sokaklar, sessiz geçitler ve ara sıra çıkan küçük meydanlar bize eşlik ediyor.
Bir ara, Ponte dei Pugni’ye (Yumruklar Köprüsü) ulaşıyoruz. Köprünün ismi ilk bakışta sizi şaşırtabilir, ama arkasında Venedik’in unutulmuş bir geleneği yatıyor.
Kısa Bir Hikâye: 17. yüzyılda Venedik’te, şehirdeki dört mahalle — Castellani, Nicolotti, Cannaregio ve San Barnaba — arasında düzenli sokak dövüşleri yapılırmış. Bu dövüşler köprülerde, özellikle de bu köprüde düzenlenirmiş. Katılımcılar ellerinde sadece yumruklarla karşı karşıya gelir, kazanan taraf köprünün sahibi sayılırmış. Köprünün köşelerinde hâlâ bu çatışmaları hatırlatan beyaz mermer işaretler görülebiliyor.
Ponte dei Pugni’den sonra yolumuza Frari Kilisesi yönünde devam ediyoruz. Sokaklar giderek daha tenha hâle geliyor; turist kalabalığından uzak, neredeyse yerel bir mahalle havası kaplıyor bizi. Kilisenin yüksek kulesi, dar sokakların arasından yavaş yavaş yükselerek varacağımız noktayı işaret ediyor.

9. Frari’den San Polo’ya: Dar Sokaklar, Sık Evler, Az Kalabalık
Frari Bazilikası’na ulaştığımızda, içeri girmeden sadece dışını dolaşıyoruz. Gotik cephesi, iri taş duvarları ve sessiz avlusu ile etkileyici; ancak bugün amacımız iç mekânlara değil, sokaklara odaklanmak.
Kilisenin çevresinden geçerken fark ediyoruz: buradaki evler daha sık, sokaklar daha dar, turist yoğunluğu neredeyse yok. Pencere pervazlarında saksılar, kapı eşiklerinde eski ayakkabı izleri, duvarlarda su seviyesi işaretleri… Her şey, Venedik’in günlük yaşamına ait küçük izler taşıyor. Bu bölgede yürümek, şehrin turist maskesini çıkarıp gerçek yüzüne dokunuyormuşsunuz hissi veriyor.
Bir süre dar geçitlerde ilerledikten sonra, birdenbire geniş bir meydana çıkıyoruz: Campo San Polo. Venedik’in en büyük ikinci meydanı olmasına rağmen — San Marco’dan sonra — çok daha sakin. Ortasında bir çocuk parkı, birkaç bank ve çevresinde kahve ile pastaneler var. Yerel aileler çocuklarını oynatıyor, yaşlılar gazete okuyor. Ortaya sandalyeler dizilmiş; bazı Ağustos akşamları ise burada yaz sineması bile yapılıyormuş.
Biz de meydanın bir kenarındaki banka oturup biraz soluklanıyoruz.
10. San Polo’da Bir Makarna Molası
Campo San Polo’ya vardığımızda, günün ilk gerçek açlık hissi bastırıyor. Venedik’e gelmeden önce not ettiğimiz birkaç yerel lezzet noktasından birinin bu meydana çok yakın olduğunu hatırlıyorum: Bepe Bigoi Venezia (San Polo).
Hemen meydandan çıkıp küçük bir ara sokakta yer alan bu samimi makarnacıya uğruyoruz. Dükkan, turist kataloglarında pek yer almasa da, taze pasta ve ev yapımı soslarıyla Venedikliler arasında iyi bir üne sahip. Biz pesto soslu makarnalarımızı seçiyoruz — servis kağıt kutuda, pratik ve sokak yemeğine uygun.

Yemeklerimizi aldıktan sonra tekrar Campo San Polo’ya dönüyoruz. Meydanın bir bankına oturup makarnalarımızı yiyoruz. Taze fesleğen kokusu, zeytinyağının aroması ve el yapımı hamurun tadı, uzun yürüyüşün yorgunluğunu bir anda unutturuyor.
Bu kısa mola, sadece doymak için değil, şehirle iç içe olmak için de mükemmel bir fırsat oluyor.

11. Akşamüstü Bir Pizza Duruşu
Makarna molasının huzurunu aldıktan sonra, rotamıza Rialto Köprüsü yönünde devam ediyoruz. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor; güneşin keskin ışığı yerini altın tonlarına bırakmış, sokaklar daha yumuşak bir ışıkla kaplanmış.
Yolda, köşeyi dönerken gözümüze Antico Forno adlı küçük bir fırın takılıyor. Vitrininde taze çıkmış pizzalar… Domatesleri hafif pişmiş, üstleri çeşitli peynirlerle — mozzarella, pecorino ve hafif baharatlı bir karışım — süslenmiş. Görünüşleri bile sizi içeride bir ısırık almaya ikna ediyor.
İçeri girip iki büyük dilim domatesli pizza alıyoruz. Pizzalar, klasik Napoli tarzı gibi ince değil; tam tersine, focaccia ekmeğine benzer kalın ve hava dolu bir taban üzerine hazırlanmış. Isıtılmış olarak servis edilen pizzalar, her ısırıkta domatesin tatlılığı, peynirin erimişliği ve ekmeğin çıtır iç dokusuyla birleşiyor. Gerçekten muhteşem bir lezzet.
Pizzalarımızı elde taşıyarak yürümeye devam ediyoruz.
12. Işıklar ve Dondurma: Günün Tatlı Sonu
Rialto Köprüsü’ne varmadan, sokak aralarında lambalar yanmaya başlıyor. Venedik’in bu saati — gün batışı ile gece arasındaki ince çizgi — şehri tamamen başka bir boyuta taşıyor. Taş duvarlar altın rengi ışıklarda parlıyor, kanallar koyu maviye bürünüyor, her köşe bir film sahnesi gibi.
Bu ışıklar arasında yürürken, bir ara sokakta gözümüze Venchi dikkat çekiyor. İtalya’nın neredeyse her şehrinde rastlayacağınız bu marka, benim için İtalyan dondurmasının en güzel örneklerinden biri. Doğal malzemeler, yoğun aromalar, pürüzsüz kıvam… Ve tabii ki çikolata seçenekleri!
Bu küçük durak, rotanın sonuna yaklaşırken bize tatlı bir nefes veriyor.

13. Gece Işığında San Marco: Son Bir Bakış
Hava artık tamamen kararmak üzere, ama Venedik hiç bu kadar ışıl ışıl olmamış gibi. Sokak lambaları, vitrin ışıkları ve pencere ışıkları, taş zeminde yumuşak bir parıltı yaratıyor. Rialto Köprüsü, akşamın sessizliğinde neredeyse mistik bir hava yayıyor — turist kalabalığı azalmış, suyun üzerindeki yansıma daha net.
Buradan doğrudan tren istasyonuna dönmek yerine, dondurmanın verdiği enerjiyle (ve biraz da çocukları kandırarak!) San Marco Meydanı’nı bir de gece görmeye karar veriyorum. “Hadi, son bir kez bakalım,” diyorum.
Meydana vardığımızda, gündüzün kalabalığı yerini gecenin büyüleyici huzuruna bırakmış. Bazilika ve Kule, altın ışıklarla aydınlatılmış; kızıl tuğlalar artık koyu kırmızımsı bir gölgeye bürünmüş.

14. Gece Venedik ve Roma Treni ile Kapanış
San Marco Meydanı’ndan sonra, Santa Lucia tren istasyonuna doğru yola çıkıyoruz. Sokaklar hâlâ ışıl ışıl — vitrinler, kafeler, hediyelik dükkanları aydınlatılmış. Dışarıda masalar dolu; bazıları şarap içerken, bazıları son bir pizza dilimini bitiriyor. Her köşede Venedik maskeleri satan küçük dükkanlar dikkat çekiyor.
Kısa Bir Not: Venedik’te Maskenin Yeri
Bu maskeler, sadece turistik bir hediyelik değil. Orta Çağ’dan itibaren kimlikleri gizlemek, sınıf farklarını yok saymak ve aşk maceralarını saklamak için kullanılmış. Özellikle Karnaval döneminde maskeler, halkın özgürce sokaklarda dolaşmasını sağlamış. Bugün turizmle buluşmuş olsa da, maskeler hâlâ Venedik’in gizemli ruhunun sembolü.

Gece olunca kanalların çoğu görünmez hâle geliyor. Sadece suyun hafif kıpırtısı ve yansıyan ışıklar, altınızda bir kanal olduğunu hatırlatıyor. Bazı dar kanallarda hâlâ gondollar süzülüyor; kürek sesi sessizliği delerken, “Burası tamamen karanlık, nasıl görüyorlar?” diye şaşırıyoruz.
Bekleyiniz ...
Bekleyiniz ...